Türkiye Nereye Gidiyor?  Aynı İş, Farklı Ücret: Haksızlık Kime Yarıyor?

Türkiye Nereye Gidiyor?  Aynı İş, Farklı Ücret: Haksızlık Kime Yarıyor?

Değerli Okurlar,

Tarihi şekillendiren yalnızca savaşlar ya da liderler değildir. Bazen bir uçak, bir helikopter ya da bir mühendislik başarısı bir milletin kaderini yeniden çizer. İnsanlığın yürüyüşü fikirlerle değil bu fikirlerin somut başarılara dönüşmesiyle ivme kazanır. IDEF 2025 karşımıza bir fuardan çok daha fazlası olarak çıktı. Bu platformda sergilenen her sistem Türkiye’nin yüksek teknolojiye dayalı vizyonunu dünyaya yansıtan güçlü birer simgesi haline geldi.

Endonezya ile imzalanan KAAN sözleşmesi Türkiye’nin savunma sanayiindeki iddiasını küresel ölçekte teyit eden bir gelişme. 48 adet KAAN savaş uçağını kapsayan bu anlaşma Cumhuriyet tarihinin en büyük savunma ihracatı olarak kayıtlara geçti. KAAN’ın Endonezya’ya gidişi mühendislik, üretim kabiliyeti ve teknoloji transferi açısından Türkiye’nin ulaştığı zihinsel ve yapısal seviyeyi ortaya koydu.

Yapılan bu anlaşma Türkiye’nin teknoloji üretme konusundaki özgüvenini pekiştirirken, uluslararası ortaklık kültürünün de merkezine oturuyor. Endonezya ile geliştirilen bu iş birliği teslimatın ötesine geçen, uzun vadeli mühendislik iş birliklerine, ortak teknoloji geliştirme süreçlerine kapı aralayan bir hamle ve güven inşa eden bir diplomasi biçiminin de adıdır.

Gökyüzündeki varlığımızı güçlendiren bir diğer gelişme ise GÖKBEY helikopterleriyle geldi. 57 adetlik yeni üretim için imzalanan sözleşme yerlileşme yolculuğunda atılan kararlı bir adımdı. GÖKBEY’in milli motorumuz TEI-TS1400 ile uçacak olması bu projeyi sembolik olmaktan çıkarıp stratejik bir kazanıma dönüştürüyor. Türkiye’nin artık kendi damarını da kendi topraklarında üretiyor olması dışa bağımlılığı azaltan bir teknik kazanım olmanın ötesinde, bir ülkenin iradesine yön veren temel bir özgürlük meselesidir.

Güney Afrika ile yapılan mutabakat ise savunma sanayimizin etki alanının ne denli genişlediğini gösteriyor. Pamodzi Group ile atılan imzalar yüksek teknoloji ürünlerimizi kıta genelinde kullanıma açacak bir köprünün ilk taşlarını döşüyor. Türkiye Afrika pazarına ürün götürmüyor; sistematik çözümler, sürdürülebilir iş birlikleri ve kalkınma odaklı bir yaklaşım da sunuyor. Burada temel mesele sadece satış değil; birlikte büyümek, birlikte üretmek ve birlikte gelişmek.

Avrupa pazarında öne çıkan bir başka gelişme ise HÜRJET ile yaşandı. Airbus ile yapılan iş birliği jet eğitim uçağımızın Avrupa semalarında yer bulmasını sağlayacak. Süpersonik kapasiteye sahip bir jetin Avrupa gibi titiz ve rekabetçi bir pazarda kabul görmesi, Türkiye’nin üretim kalitesine ve mühendislik yetkinliğine duyulan güvenin bir işaretidir.

GE Aerospace ile yapılan F404 turbofan motorları mutabakatı ise bu güveni daha da pekiştirdi. HÜRJET’in kalbinde yer alan bu motorların tedarikinde geliştirilen ortaklık Türkiye’nin global havacılık ağına daha entegre bir şekilde katılmasını sağlayacak. Yerli teknolojilerin uluslararası ortaklıklarla güçlendirilmesi; ülkemizin üretim gücünü hem içeride hem de dışarıda genişletiyor. Bu strateji teknolojiyi yalnızca “üretmek” değil, onu “yaşayan” bir ekosistem haline getirmek anlamını taşıyor.

Tüm bu gelişmelerin duygusal boyutunda ise Azerbaycan ile kurulan bağ yer alıyor. MİRAS Savunma Sanayii ile imzalanan iş birliği protokolü iki kardeş ülkenin mühendislik, teknik bilgi ve stratejik vizyonunu birleştiren tarihi bir adım. Bu iş birliği savunma sanayinde dayanışma kavramını sadece retorik olmaktan çıkarıyor; gerçek, uygulanabilir ve sürdürülebilir bir model haline getiriyor. Ortak bir geçmişten gelen dostluk şimdi ortak bir gelecek inşa ediyor.

Türkiye Nereye Gidiyor?

Bu sorunun cevabı net: Geleceğe.

Türkiye artık savunma sanayiinde kendi hikayesini yazan, kendi kararlarını alan ve kendi rotasını çizen bir aktör. Mesele yalnızca teknolojik üretim değil; bu üretimin nasıl bir stratejiyle küresel pazara entegre edildiği, nasıl bir diplomatik zemin üzerinde yükseldiği ve nasıl bir ulusal bilinçle beslendiği. Türkiye bu alanlarda ciddi bir eşiği geçti.

Bugün KAAN’ın gölgesi Endonezya semalarında dolaşıyorsa, GÖKBEY’in pervaneleri milli motorla dönmeye hazırlanıyorsa, HÜRJET Avrupa’ya doğru kanat açıyorsa tüm bu gelişmeler kararlı, vizyoner ve bütüncül bir devlet aklının eseridir. Bu başarılar üretim hatlarında değil; yıllardır alın teri döken mühendislerin, teknisyenlerin, stratejistlerin ve karar vericilerin ortak emek havuzunda doğmuştur.

Ve artık çok açık:

Gelecek gökyüzünde değil.

Gelecek, o gökyüzüne imza atabilenlerin elindedir.

Türkiye de bu imzayı atmaktan çekinmiyor; bilakis gururla, güvenle ve büyük bir kararlılıkla bu geleceği inşa ediyor. Çünkü biliyoruz ki bir toplumun kendine olan inancının, özgürlüğe olan tutkusunun ve adalete duyduğu özlemin de bir ifadesidir.

Aynı İş, Farklı Ücret: Haksızlık Kime Yarıyor?

Zam döneminin yaklaştığı şu günlerde çalışanlar arasında giderek artan bir huzursuzluk var. Özellikle aynı işi yapmalarına rağmen ciddi maaş farklarına maruz kalan TSS çalışanları yıllardır süregelen adaletsizliklerin artık son bulmasını istiyor.

Bugün 25-30 bin TL’yi bulan kiralar karşısında ücret politikalarının hala açıklanmamış olması, işçinin geleceğe dair en küçük bir plan yapamamasına neden oluyor. Enflasyonun her gün yükseldiği bir ülkede çalışanlara “maaş zam oranı belli değil” demek; onları belirsizliğe ve çaresizliğe terk etmektir.

Üstelik aynı iş kolunda yer alan TGS ve TSS çalışanları arasında iki, hatta iki buçuk kat maaş farkı olduğu belirtiliyor. İşin daha çarpıcı tarafıysa TSS çalışanlarının gelen yeni teknik personele işi öğretmelerine rağmen, maaşlarının çok daha düşük olması. 

İzin hakları, promosyonlar, mesai ücretleri… Her başlıkta bir eşitsizlik örneği mevcut. TSS çalışanı yıllık 14 gün izin kullanırken, teknik çalışanlar 21 günle yılın üç haftasını dinlenerek geçiriyor. Promosyon konusunda da durum farklı değil. TGS’ye 95 bin TL’lik promosyon verilirken, TSS çalışanlarının adı dahi geçmiyor.

Ve bir başka nokta: stajyerlerin durumu. Henüz iş hayatına adım atan gençler en korunmasız oldukları bu dönemde ağır iş yükü ve ayrımcılıkla karşılaşıyor. Bürolarda olması gereken stajyerler depolarda çalıştırılıyor; insanca davranış görmek yerine baskı altında eziliyor.

Mesaiye gelmek bir zorunlulukmuş gibi dayatılıyor ama karşılığında alınan ücretler neredeyse sembolik: Bayram mesaisi 993 TL, normal mesai 1.493 TL. Oysa dışarıdan bakıldığında havalimanında çalışıyor olmak bir ayrıcalık gibi görünüyor. Gerçekteyse, iç yüzü bambaşka.

Hakkını arayan işçiye “sabırlı olun, çalışıyoruz” demek artık yeterli değil. İnsanlar sabrının sınırında. Eşit işe eşit ücret ilkesi bir kurumun vicdan testidir. O testten geçmek isteyenler varsa, artık somut adımlar atmanın zamanıdır.

İç huzurun bozulduğu, moralin tükendiği, insanların birbirine düşman gibi bakmaya başladığı bir ortamda verimlilikten söz edilemez. Şirketlerin büyüklüğü, çalışanlarına verdiği değerden bellidir. Ve unutulmamalıdır: En çok çalışanlar, en çok değeri hak eder.

Hepinize mutlu, sağlıklı ve başarılı bir hafta dilerim…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir