Biz, Atatürk yaşasaydı görmek isteyeceği bir ülke yaratabildik mi?

Biz, Atatürk yaşasaydı görmek isteyeceği bir ülke yaratabildik mi?

Değerli okurlar,

Saat 09.05…

Şehrin uğultusu susar, motorlar durur, adımlar donar.

Rüzgâr bile saygı duruşuna geçer sanki.

Bir dakikalık sessizlik…

Ama o sessizliğin içinde koca bir ulusun minneti, sevgisi ve hasreti yankılanır.

Bugün 10 Kasım.

Bir milletin hafızasında açılmış sonsuz bir sayfa…

Gözlerimiz dalar uzaklara, kalbimizde aynı sızı:

“Keşke bugün de aramızda olsaydı.”

Mustafa Kemal Atatürk’ü anmak; düşüncelerini, ilkelerini ve çağının ötesine uzanan vizyonunu yaşatabilmektir.

Çünkü Atatürk’ün bize bıraktığı en büyük miras, düşünen, sorgulayan, ilerleyen bir millet olma bilincidir.

Her 10 Kasım’da aynı soru gelir akla:

Atatürk yaşasaydı, bugün ne yapardı?

Belki de asıl soru şu olmalı:

Biz, Atatürk yaşasaydı görmek isteyeceği bir ülke yaratabildik mi?

“Seni özledik, ama daha da önemlisi; seni anlamaya ve yaşatmaya devam ediyoruz.”

Atatürk Yaşasaydı: Savunma ve Havacılık Sektörü Nasıl Olurdu?

Mustafa Kemal Atatürk bir komutan ya da devlet adamının yanı sıra vizyoner teknoloji lideriydi.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında bile sanayi, teknoloji ve havacılığın önemini kavramış; 1925’te “Uçak yapmayan milletler, bağımsızlıklarını koruyamazlar.” diyerek bu alanın stratejik değerini vurgulamıştı.

Atatürk’ün direktifleriyle 1926’da kurulan TOMTAŞ (Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi) aslında bugünkü TUSAŞ’ın atasıydı.

Ancak o dönem ekonomik sıkıntılar, dış baskılar ve savaş sonrası yorgunluk nedeniyle bu girişim uzun ömürlü olamadı.

Eğer Atatürk daha uzun yaşasaydı, bu projelere kararlılıkla sahip çıkar ve Türkiye, 1950’lere gelindiğinde kendi savaş uçağını üreten bir ülke konumuna gelebilirdi.

Muhtemelen 1960’larda yerli jet motoru, 1980’lerde yerli helikopter, 2000’lerde ise tamamen milli savaş uçağı üretiminde olurduk.

Bugün KAAN projesiyle gurur duyduğumuz noktaya belki 40–50 yıl önce ulaşmış olurduk.

Atatürk, dışa bağımlılığın en tehlikeli yönünün “silah ve mühimmat bağımlılığı” olduğunu biliyordu.

Bu nedenle onun liderliğinde bir Türkiye, erken dönemden itibaren milli mühimmat, top, tank ve zırhlı araç üretimi üzerinde yoğunlaşırdı.

“Milli Savunma Sanayi Müsteşarlığı” benzeri bir yapı muhtemelen 1930’larda kurulmuş olurdu.

Bu da Türkiye’yi sadece bölgesel değil, küresel bir savunma üreticisi hâline getirebilirdi.

Bugün ASELSAN, ROKETSAN, HAVELSAN gibi kurumlarımızın 1970’lerde değil, belki 1930’larda temelleri atılmış olurdu.

Atatürk bilime inanmış bir liderdi.

1930’larda bile astronomi ve fizik çalışmalarını desteklemişti.

Muhtemelen onun vizyonuyla Türkiye, 1960’larda ABD ve Sovyetler’le birlikte “uzay yarışına” erken dâhil olurdu.

Bir Türk yapımı gözlem uydusu, 1980’lerde yörüngede olabilirdi.

Atatürk yaşasaydı, “üniversite–sanayi–ordu” iş birliği kültürü çok daha erken yerleşirdi.

Bu, sadece savunma sanayiini değil; elektronik, yazılım ve yapay zekâ gibi alanları da doğrudan beslerdi.

Yani bugünkü TEKNOFEST ruhu, o dönemde bile devlet politikası hâline gelirdi.

Atatürk yaşasaydı, Türkiye bugün savunma ve havacılıkta:

• Tam bağımsız,

• Kendi motorunu, radarını, uydusunu üreten,

• İhracat yapan güçlü bir teknoloji devleti olurdu.

Kısacası; o yaşasaydı, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi teknolojik caydırıcılıkla da desteklenirdi.

Ve belki de bugün, dünyadaki birçok ülke Türk uçaklarını, roketlerini ve yazılımlarını kullanıyor olurdu.

Bugün Türkiye, kendi uçağını tasarlayıp üretebilen sayılı ülkeler arasında.

Türk Havacılık ve Uzay Sanayii (TUSAŞ) tarafından geliştirilen KAAN (Milli Muharip Uçak), 5. nesil savaş uçağı ligine adım atmamızı sağladı.

Motorundan radarına, kokpit yazılımından malzemesine kadar tam bağımsızlık yolunda dev bir sıçrama.

Baykar’ın Bayraktar TB2, Akıncı ve Kızılelma projeleri dünya basınında “oyun değiştirici” olarak anılıyor.

Bugün Türk SİHA’ları 30’dan fazla ülkeye ihraç ediliyor.

Savunma Sanayinde Bağımsızlık Hamlesi

Artık Türkiye’nin dışa bağımlılığı azalıyor.

Milli denizaltılar, fırkateynler, hava savunma sistemleri, zırhlı araçlar ve roket teknolojileri birer birer sahneye çıkıyor.

  • ASELSAN: Radar, elektronik harp ve haberleşme sistemlerinde dünya çapında marka.
  • ROKETSAN: Güdümlü füze ve uzay roketi sistemlerinde ilerliyor.
  • HAVELSAN: Yazılım, simülasyon ve siber güvenlikte stratejik çözümler üretiyor.
  • STM: Akıllı mühendislik ve deniz sistemlerinde öncü.

Bu kurumlar, milli teknoloji ekosisteminin omurgasını oluşturuyor.

Uzayda ve Gelecekte Türkiye

Türkiye Uzay Ajansı, yerli roket fırlatma ve uydu projelerine yöneldi.

İlk Türk astronotu uzaya çıktı, milli uydu İMECE yörüngede görev yapıyor.

Artık hedef gökyüzünün de ötesi.

2024 itibarıyla savunma ihracatı 5 milyar doları geçti, hedef 2030’da 15 milyar dolar.

Her yeni proje; yerli mühendisler, teknisyenler ve girişimciler için yeni bir istihdam ve inovasyon alanı yaratıyor.

Yüz yıl önce “Kendi uçağını yapamayan milletler bağımsız olamaz.” diyen bir lider vardı.

Bugün onun mirasını taşıyan bir ülke var:

Kendi göklerinde kendi kanatlarıyla uçan, kendi teknolojisiyle dünyaya meydan okuyan bir Türkiye.

Türk Hava Yolları’nın 92 Yıllık Yolculuğu

20 Mayıs 1933’te mütevazı bir hangarda, beş küçük uçak ve 24 kişilik bir ekiple doğduğunda kimse bu kanatların bir gün dünyanın dört bir yanına yayılacağını tahmin etmedi.

O gün “Devlet Hava Yolları İşletmesi” olarak atılan ilk adım, Türkiye Cumhuriyeti’nin gökyüzüne attığı ilk imzaydı.

1930’lu yıllarda uçak görmek büyük bir olaydı. Fesa Evrensev’in öncülüğünde başlatılan ilk uçuşlar Ankara, Eskişehir, Adana ve İstanbul hattında yapılıyordu.

Her kalkış bir cesaret, her iniş bir başarıydı. O yıllarda pilotlar kokpitte olduğu kadar ülkenin hayallerinde de yön buluyordu.

Savaş sonrası dünya yeniden şekillenirken Türkiye de kendi gökyüzünü kurdu. 1947’de yapılan İstanbul–Atina seferi, Türk sivil havacılığının dış dünyaya attığı ilk adım oldu.

1955’te şirketin adı değişti: Türk Hava Yolları Anonim Ortaklığı.

Yeni ad yeni bir dönemin habercisiydi. 1960’larda filoya katılan jet motorlu uçaklarla birlikte THY artık yolcu taşımıyor, bir medeniyetin modernleşme hızını taşıyordu.

Paris, Londra, Frankfurt, Roma… Avrupa artık uzak değildi.

1980’ler ve 1990’lar THY için fırtınalı yıllardı. Ekonomik krizler, kazalar, siyasi dalgalanmalar yaşandı.

Her düşüşün ardından bir kalkış geldi. 1994’te hisselerin bir bölümü halka arz edildi, Türk Hava Yolları artık halkın ortak markası haline geldi.

Yeni uçaklar, yeni destinasyonlar, yeni bir özgüven doğdu.

THY’nin kabininde Türkiye’nin sesi duyulmaya başladı.

2000’lerle birlikte THY yeniden doğdu.

Yeni kurumsal kimlik, küresel reklam kampanyaları, yıldız sporcularla yapılan sponsorluk anlaşmaları markayı güçlendirdi.

2008’de gelen tarihi adım: Star Alliance üyeliği.

THY artık Türkiye’nin değil, dünyanın havayolları kulübündeydi.

O yıllarda “Globally Yours” sloganı gökyüzüne kazındı.

Kobe Bryant ve Lionel Messi’nin yüzleriyle hazırlanan kampanyalar markayı uluslararası sahneye taşıdı.

2010’lardan itibaren THY, Skytrax ödüllerinde “Avrupa’nın En İyi Havayolu” unvanını sekiz yıl üst üste kazandı.

İstanbul Havalimanı ve Yeni Ufuklar

2019’da İstanbul Havalimanı’nın açılmasıyla THY yeni bir ev buldu.

Artık bu yalnızca bir havayolu değil, Türkiye’nin küresel vitrinlerinden biriydi.

“Dünyada en çok ülkeye uçan havayolu” unvanı boşuna değildi; o kanatlar 130’dan fazla ülkeye uzanıyordu.

2020’de dünya durdu. Havalimanları boşaldı, uçaklar park yerlerinde kaldı.

THY pes etmedi. Yolcu taşımacılığı dururken Turkish Cargo devreye girdi.

Maske, ilaç, tıbbi malzeme taşıyan uçaklar sayesinde Türkiye’nin adı gökyüzünde kalmaya devam etti.

Yeni Ufuklar, Yeni Anlaşmalar

Bugün 2025’te Türk Hava Yolları 92 yaşında.

500’tan fazla uçağıyla Avrupa’nın en büyük filolarından birine sahip.

Boeing ile yapılan 225 uçaklık dev anlaşma, Air Europa’ya yapılan 300 milyon euroluk yatırım, Afrika ve Orta Doğu’da kurulan yeni işbirlikleri THY’nin küresel bir güç haline geldiğini gösteriyor.

Bir Ülkenin Kanatları

Türk Hava Yolları’nın hikayesi uçaklardan, pistlerden, biletlerden ibaret değil.

Bu hikaye, Cumhuriyet’in cesaretinden, bir ulusun hayallerinden, bir markanın dünyaya açılan özgüveninden doğdu.

1933’te beş uçakla başlayan yolculuk, bugün yüzlerce uçağın gökyüzünde çizdiği rotalara dönüştü.

Her kalkışta, her inişte, o uçakların burun kısmında yazan iki kelime hep aynı anlamı taşıyor:

“Türkiye.”

Pilotundan yer ekibine, tüm havacılara güvenli ve huzurlu bir hafta dilerim.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir